3 Ekim 2013 Perşembe

Agatha Christie

Doğu Ekspresinde Cinayet ve Ölüm Dalgaları
Bu iki kitabı okudum Eylül ayı Agatha Christie okumalarında. Aslında okumam gereken çok kitap olduğu için sadece bir kitap seçmiştim ama sonra o kadar sevdim ki ikinci kitaba geçtim. Bütün kitaplarını okumak gibi bir niyetim var. Bakalım. Daha önceki yazı da da bahsetmiştim bu okumalardan. Öncelikle Doğu Ekspresinde Cinayetten başladım, biraz kendimi sağlama almak istedim, bu yazarın en sık duyduğum romanıydı ve çok keyif aldım okurken. Bir gecede bitirdim meraktan. Romanın sadece katili bulma çabaları değil de cinayetin işlenme sebebindeki toplumsal durumlar, ahlaki değerler ve bunların incelenmesi beni etkiledi. D.E.C romanında, masum bir çocuğun kaçırılması, yargının işlevsizliği, adaletin uygulanış mekanizması beni günümüzde yaşanan sorunları düşünmeye itti. Adaletin sağlam olmadığı toplumlarda bireyler kendi adaletlerini yaratmaya başlıyorlar. Onlar için yasalar değil de etik değerler önem kazanıyor. Romanın sonundaki iki son da aslında bunu anlatıyor. Vicdanın hangisini kabul ediyor?Bu romanda beni etkileyen şey adalet kavramı oldu. Ölüm dalgalarında ise bakış açıları ve sınıfsal düzenin incelenmesinden etkilendim.Sınıflar arası geçiş yapmak, statü kaybetmek, statükoyu yitirmek gibi durumlar iyi işlenmişti. Ben yazar açıklayana kadar olayı çözmeye çalışmadım, katilin kimliği beni şaşırttı. Bu romanda da en çok etkilendiğim şey insan ilişkileri oldu. Agatha Christi'yi diğer polisiye yazarlardan ayıran özellik duruma sosyolojik olarak da boyut katması bence aynı zamanda ahlak kavramını da çok iyi işliyor. Romanda Shakespeare'den de bazı alıntılar yapmış ve evet Shakespeare'deki ahlak anlayışının bir benzerini gördüm ben romanda. Filme almak ya da sahnelemek için çok iyi iki romandı.Teşekkür ediyorum.
Bu yazıları yazarken özellikle anlatmadım olayları, okumadıysanız okuyun derim.
Okumalarla ilgili şu yazılara da göz atabilirsiniz.
Arkadaşım Nilüfer Akcan'nın yazısı buraya tık tık
Thalassapolis'in yazısı buraya tık tık

Bölünmek

Bölünmek, toplanmak ve çoğalmak için gerekli midir? Bölünmek, dağılmak hem de onlarca parçaya, yeniden toplanabilir mi insan? yoksa bırak dağınık mı kalsın cidden? Bölündüm ben, hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak. Boş boş geçen bir yazın ardından parçalarım bulunamayacak şekilde dağıldım. İçimde kocaman bir boşlukla kalakaldım. Eski bene döndüm yeni benle çatıştım. Pek bir şey de olmadı aslında. Derslere başladım, yüksek lisans. Hamileyken kazanmıştım, bu sene de ders aşamasındayım. Haftada üç gün, haftada iki gün de oyunlarım var, bir gün de vermem gereken dersler. Altı gün ediyor, haftanın da yedi gün olduğunu varsayarsak, tam zamanlı işe başlamış oluyorum. Ama bunun tam zamanlı işten farkı, tam zamanlı olmaması. Şöyle anlatayım, haftanın üç günü dersim var ama bazı haftalar iki olabiliyor. Haftada iki gün oyun var ama farklı günler olabiliyor, bu oyunların çıkması için prova süreçleri var onlar da değişebiliyor. Sabit olan tek şey cumartesi günleri olan dersim , o Mayısa kadar bu şekilde devam ediyor. Evde bekleyen bir bebem var, ona genelde annem bakıyor ama annem de çalışıyor o yüzden sürekli bir bakacak kişi sıkıntısı oluyor, sıkıntı olmasa da kafada bir soru işareti kalıyor. Evde yapılması gerek işler, yetiştirilmesi gereken ödevler, oynanması gereken bir çocuk,ilgilenilmesi gerekilen bir eş, vakit kalırsa da ben varım işte. Çoğu kadın böyle aslında, çevremdekiler böyle en azından. Sürekli bir bölünme bir vicdan azabı. Kendini gerçekleştirmeye çalışma telaşı. Çocuğum güzel büyüsün, evim temiz olsun, sağlıklı yemekler yapayım, eşimle aram süper olsun, kariyerimde dorukta olayım. Yav her şeyin iyisi olmasa da en azından hepsi olsun. Ben mükemmelliyetçi bir tip değilimdir, savruğumdur hatta çoğu zaman ama kardeşim bölündüm yahu. İçte ayrı dışta ayrı. Otuza da yaklaşıyoruz, hayat sorgulamaları da işin içinde. Bu modernizim insana mutsuzluktan başka bir şey getirmedi arkadaşım. Köyümüze geri dönelim de benim bir köyüm bile yok. Dur, sakinleş, yavaşla hayat akıp gitsin de bayramdan sonraya ödev teslimim var onu nasıl yapıcaz?

22 Eylül 2013 Pazar

Agatha Christie Okumaları

İzmir'li annelerin bir kısmının oluşturduğu kitap kulübünden Nisan ayında haberim oldu. Ece Temelkuran'nın "Düğümlere Üfleyen Kadınlar" kitabını okuduk, tartıştık. Birbirinden farklı bir çok kadın hepsi de anne. Bakış açıları farklı farklı, hepsi de kitap okumayı çok seviyor. Ben buluşmalara katılmadan önce de Momo'yu okumuşlar. Eğlencelikler, sekiler. Hal böyle olunca ben de balıklama daldım ortalarına. En son da Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna" kitabını okuduk, Alsancak'ta  teapot'un nefis limonatası ve değişik değişik çayları eşliğinde kitabı konuştuk. Ama nasıl eğlenceli, nasıl güzel bir akşamda. Bu zamana kadar Kürk Mantolu Madonna'yı okumamış olmam beni üzdü ama sonra da iyi ki kulüpte okumuştum dedim, hiç unutamayacağım bir kulüp toplantısı oldu. O gece eve dönerken buluşmanın fotoğrafını instagrama atmıştım. İzmir'den İstanbul'a taşınan çok sevdiğim, yeni anne olan arkadaşım Nilüfer de fotoğrafı görmüş ve bana mesaj attı, keşke burda da böyle bir kulüp olsa da ben de gitsem diye. Ben de o akşam İstanbul'da bir kulüp bulamadım ama instagramdan takip ettiğim "thalassapolis" in Agatha Christie okumaları çağrısını duydum, Nilüye haber verdim ve hop kendimi bu sanal kulübün içinde buldum. 30 Eylül'e kadar istediğimiz kitabı okuyup daha sonra boğalarınızda yazacağız. Daha önce hiç polisiye,cinayet romanı okumamıştım. "Doğu Ekspresinde Cinayet"i bir gecede bitirdim, şimdi de "Ölüm Dalgaları"in okuyorum. Bitirdiğimde bloga yazacağım. Kimlerin katıldığınıThalassapolis'in blogunda okuyabilirsiniz.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna


"Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır."
Kitabın ilk cümlesiyle başlamak istedim çünkü bu hem yazarın Raif Efendiyle ilgili, hem Raif Efendi'nin Kürk Mantolu Madonna'yı görmesiyle, hem de benim kitapla ilgili izlenimlerimi aktaran bir cümle. Bu kitap beni çok etkiledi. Bence okumakta çok geç kalmışım. Gerçi kulüp toplantısında bu kitabı bir kaç kez okuyan arkadaşlarım her dönemde farklı bir iz bıraktığını söylüyor ama yine de okunmak için 27 geç bir yaş. Sabahattin Ali, bu kitapta muhteşem ve yalın bir dil kullanmış. Okuyanı hemen etkiliyor ve içine işliyor.
"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir." Tam da böyle oluyor, o sessiz sedasız içine kapanık Raif Efendi'nin başından geçenleri okudukça hem ona hak veriyorsunuz hem kızıyorsunuz. Tutulduğu o müthiş aşkı gördükçe sorgusuz sualsiz ona inanıyorsunuz.
"Göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanın. Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir."
Hayatı kafasının içinde yaşamak, bedenen bu dünyadan elini eteğini çekmek mümkün mü? Böyle yaşamak eziyet midir? Her birimizin böyle dönemleri oluyor bence.İnsanlara güvenmemek, kendini bırakmamak, korumacı davranmak. Ne kadar yaşayabiliriz ki böyle ya da yaşamanın bir tadı kalır mı?
Raif Efendi'nin yanı sıra Maria Puder karakteri de beni çok etkiledi. Onun hayata bakışı, ayakları üstünde durma çabası, mesleğine yaklaşımı. Erkekler ve aşkla ilgili söyledikleri belki çok uç şeyler ama güçlü bir kadın da kendini kolay bırakamaz. "Buna rağmen dünyada ciddiye aldığım yegane iş budur..Sırf bunun için resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediğimi değil, benden istenileni yapmaya mecbur olacağım..Asla...Asla... Vücudumu pazara çıkarmayı tercih ederim. Çünkü onun bence ehemmiyeti yok." Hayata ve  mesleğime bu bakış açısıyla yaklaşmak isterdim. Para kazanmak için malesef senden istenileni yapmak zorundasın hele sanatla uğraşıyorsan ve istediklerinle yaptıkların çoğu zaman birbirini tutmuyorsa tam anlamıyla yaşadığın şey mutsuzluk oluyor. İnsan hayata bir kere geliyor -en azından öyle sanıyoruz- ve yaptığın iş hayatının büyük bir bölümünü oluşturuyor. İşinde mutlu olmadığın zaman dünya çekilmez bir yer. Ben şanslı kısımdayım aslında, sevdiğim ve mutlu olduğum işi yapıyorum ama her zaman istediğimi mi yapıyorum?Hayır. Bunun için ne kadar çaba sarfediyorum?Pek değil. Ne olacak peki ben de Maria Puder gibi mi yapacağım?İsterdim ama pek sanmıyorum.
Kitabı okumanızı tavsiye ederim, eminim harika bir deneyim olacak.

17 Eylül 2013 Salı

Kendini Bulma

İnsan vücudu anne olduktan iki yıl sonra kendini toplar derler o yüzden de ikinci bir çocuk planlıyorsanız arasında en az iki yaş olması lazım, yani kendi sağlığınız için. Şu anda ikinci bir çocuk düşünmüyorum ama iki yıl konusuna kesinlikle katılıyorum. Asyacım aramıza katılalı 20 ay oldu ve evet ben daha yeni yeni kendime gelmeye başladım. Bir hayatım olduğunu hatırladım, bozulmuş da olsa bir bedenimin olduğunu farkettim .Doğumdan önce planlarımın olduğunu ve onlar ertelediğimi hatırladım ve şimdi yavaş yavaş yeniden başlıyorum. Belki de bu durum tüm anneler için böyle değildir, belki de ben abartıyorumdur ama son iki haftadır böyle hissediyorum. Tüm bu hislerim bir akşam iç sıkıntısıyla başladı. Çocukluğumdan beri meşhurdur benim iç sıkıntılarım. Canım sıkılır, bir şey isterim ama ne istediğimi ben de bilmem öyle bir ruh hali. Sonra bir ağlama gelir işte, sonrasında da kararlar. Bu kez kararlarımı yazdım, bir bir uyguluyorum ve kimseye söylemiyorum.Bitireyim söyleyeceğim. Öyle büyük büyük değişiklikler değil, ufak ufak. Bugüne kadar büyük planlar yaptım ve başaramayınca da ya da çok zaman olduğunu anlayınca yıldım, bu kez değişiklik yapıyorum, planları küçük tutuyorum. İnsan anne olunca önce annesine dönüşüyor, sonra çocukluğuna sonra da kendisine. Kendim kalmayı hayal ediyorum.

13 Eylül 2013 Cuma

"Benim"

Meşhur iki yaşın yaklaşmasıyla birlikte bizim kuzuda "benim anne benim" nidaları yükselmeye başladı. Malum iki yaş sendromu 18. aydan itibaren kendini gösteriyormuş, e biz de 20. aya girdik neyimiz eksik?
Dün Çınar'lar bize geldi. Çınar, Asya'nın doğduğu günden beri arkadaşı.Sıkça bir araya geliyoruz, Çınar Asya'dan 6 ay büyük. Onda "benim" olayları daha önceden başlamıştı zaten. Oyuncaklarını kıskanma durumu da zaman zaman oluyordu ama bu seferki daha uzun sürdü. Asya oyuncaklarını paylaşmak istemedi, elinden çekti. Aslında bu onlar için çok normal.Sahip olma kavramını yeni öğreniyorlar ve sıkı sıkı sarılıyorlar buna. Biz de bunu körüklemiyor değiliz hani. " Annecim o benim telefonum, bırak onu." "O benim gözlüğüm annem sen seninkini tak."E çocuk da haliyle kopyalıyor bunları yeri gelince de yapıştırıveriyor. Bu dönemden elbette geçecek. Çocuğumun birden bire "al kardeşim en sevdiğim bebeğimle oynayabilirsin hatta eve bile götürebilirsin" demesini beklemiyorum zaten. Bu dönemi kazasız belasız atlatabilirsem ne ala. Dün çok şaşırdım ve ne yapacağımı bilemedim, Özlem oyun işini sıraya bağladı da olay biraz yumuşadı. Sonrasın da da gayet keyifli oynadılar. Hatta oyuncaklar ortadan kalkınca daha da eğlendiler, sırayla oyun oynadılar, koltuğun altına girdiler, otobüsçülük oynadılar.
Maddi dünyanın unsurları bizi küçük yaştan itibaren ele almaya başlıyor. Fight club'da da dendiği gibi; sahip olduğumuz şeyler sonunda bize sahip oluyor. İki yaşındaki bir çocuğun "benim" kavramını öğrenmesi ve bunu koruması iyi bir şey ama bu kadar oyuncak olmasa benim dediği şeyler azalsa daha mutlu olmaz mı.Bizim için de aynı şey söz konusu "benim" dediğimiz şeyler azalsa ya da "bu da benim olsun" isteğimizi törpülesek daha mutlu olmaz mıyız? Nasıl çocuklar beraber-oyuncaksız oyun ürettiklerinde daha mutlu oluyorlarsa biz de sürekli tüketmeden üretsek daha mutlu olmaz mıyız, daha sade bir yaşamda?

10 Eylül 2013 Salı

9 Eylül

Dün 9 Eylül'dü İzmir'in kurtuluşunun yıl dönümü. Doğma büyüme İzmirliyim ama daha önce hiç kutlama törenine katılmamıştım, tamamen kendi ayıbım. Bu yıl hem Asya uçakları görsün hem de ailecek değişik bir gün geçirelim diye gittik kutlamalara. Ayrıca kalabalığı da özlemiştik, ne de olsa yaz hareketli geçmişti. Türk Yıldızlarının gösterisi harikaydı, hele son gösteride o kadar çok heyecanlandım ki anlamam. İyi ki gitmişim, bundan sonra her yıl izlenecek bu gösteriler. Türk Yıldızlarının gösterisi bitince hep beraber vapura atlatıp Karşıyaka'ya gittik. Böylece Asya ilk defa vapura binmiş oldu. Pek farkına vardı mı bilemeyeceğim ama yine de denizi görmek hoşuna gitti. Vapurdan inince bizi bando ekibi karşıladı. Biraz onlar dinledik, biraz sahilde yürüdük ve birazda dinlendik. Sonra geri Alsancağa gittik. Biz gittiğimizde Fener alayı yeni geliyordu, onları karşıladık. Belediye başkanının "hemşerilerim" diye başlayan konuşmasını dinledik. Sonra da havai fişek gösterisi başladı. Muhteşemdi, aynı anda Karşıya'da ve Göztepede de atış vardı. Bir yandan işaret fişekleri atıldı denize, diğer yandan da meşaleler yakıldı. Sonra dilek fenerleri havaya uçtu. Hepsi birden çok güzeldi ama doğaya verdiğimiz zararı düşününce üzüldüm. Manga konseri başladı sonra, Manga'yı sevmeme rağmen bence yanlış bir seçim olmuş. İkinci şarkıdan sonra çoğunluk dağıldı zaten. Biz de arabamızı Konak'a bırakmıştık, oraya kadar yürüdük. Rengarek boyanmış köprüden geçtik, ışıklı saat kulesini gördük ve işportacıların arasından arabamıza vardık. Tam bir İzmir günüydü yani. Bundan sonra her yıl bu gösterilere katılma kararı aldım, umarım.

Bu yazdan beri yaşanan olaylar çevreme, ülkeme, arkadaşlarıma daha farklı bakmamı sağladı. Çünkü ben sahip çıkmazsam yaşam alanıma, kimsenin sahip çıkmayacağını ve hatta gelip çörekleneceğini gördüm. Biz yaşam haklarımız için mücadele eden bir nesile dönüştük. Bunun  için ölen arkadaşlarımız oldu. Dün biz İzmir'in düşmandan kurtuluşunu kutlarken Ahmet Atakan başından gaz kapsülüyle vurularak öldü, öldürüldü. Daha adil bir ülke istediği için. Yıllar önce insanlar düşmanlarıyla savaşıyorlarmış devletleri için. Şimdi de biz devletle savaşma halindeyiz özgürlük için. Bir ülke düşünün ki halkına karşı savaş açsın. Çevreme baktıkça susan insanlar görüyorum ve susmak görmemezlikten gelmek beni kahrediyor. Bir de gördüğü şeyleri yanlış yorumlayan, oh olsun diyen insanlar var ki onlara katlanamıyorum. Bütün bunlara rağmen yine de umutluyum. Sonuçta çevreme daha dikkatle baktığımda benim gibi düşünen, önce insan diyen, hoş görülü, sağduyulu insanlar görüyorum. Bizi susturamayacaksınız.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Ayrı odaların insanlarıyız

Doğduğundan beri ilk defa dün Asya'yla ayrı odada yattık. Onu bilmem ama bende müthiş bir ayrılık kaygısı oluştu. Bebefon olmasına rağmen ya duymazsam diye uyuyamadım. Sürekli onu düşündüm, kabus gördüm. Bu arada da Asya 1'de 3'de ve 6'da olmak üzere üç kez kalktı. İlk ikisinde emzirmeden geri yatırdım ama saat 6'da emzirdim. Aslında bir bakıma sorunsuz bir gece oldu ama arada uyandığında boynuma sarıldı ve bırakmak istemedi. Umarım bu süreç çok uzamadan geçer.  Kızçem en yakın zamanda alışır tek yatmaya. Umarım ben de alışırım tabi.
Bu akşam da arkadaşımızın nişanı için Torbalı'ya geldik.Asya'yı anneannesiyle evde bıraktık. Ayrılmak istemedi ve buraya geldiğimizde Asya'dan bir ay büyük adı Asya olan bir bebek gördük. Annelik tam bir vicdan azabı durumu. Nasıl çocuklar annelerinden ayrılamıyorlarsa anneler için de bu ayrılık çok zor oluyor.

3 Mayıs 2013 Cuma

Değişim

Asya'ya hamileyken onun 6 aydan sonra kendi odasında yatmasını istiyordum. Hatta doğum yaptıktan sonra bile o yaz odasını ayırmayı düşündüm. Ancak gerek evimizin koşulları gerekse benim üşengeçliğim buna mani oldu. Asya bizim odamızdaki kendi beşiğinde ya da yanımızda yattı. Bugün ani bir kararla park beşiğini kendi odasına aldım. Odasında zaten büyüyen beşiği var ama ondan tırmanabiliyor, en yakın zamanda onu da büyütüp büyük çocuk yatağı yapmayı planlıyorum. Böyle önemli değişimler aslında pat diye yapılmaz ama öyle de olmayınca yapılmıyor işte.

Ben anne olmadan önce çocukların kendi odalarında yatmaları gerektiğini savunurdum, kesinlikle anne babasının yanında yatmayacak. Şimdi buradan ben doğduğum andan beri kendi odamda yatmışım gibi anlaşılmasın. Ben iflah olmaz bir anneci olduğumdan baya eşşek kadarken bile annemle yatardım. Ama nedense kendi çocuğum ve tüm çocuklar yalnız yatmalı gibi bir algı vardı bende. Sonra Asya'ya yatmaya başladım. Onun o ayakları ağzımda, kafamda, böğrümde dururken uyumak o kadar keyifli geldi ki bırakamadım. Ama artık sırtım, boynum, belim ağrımaya başladı yamuk uyumaktan ve Asya da uykusu hafif bir çocuk küçük bir gürültüde hemen uyanıyor. Umarım bu süreci kolay atlatırız, daha sırada meme ve tuvalet eğitimi var. Bana şans dileyin......

2 Mayıs 2013 Perşembe

Dönüşüm muhteşem olacak!!!(mı?)

Evet, biraz iddalı oldu. Ben de farkettim ama öyle de olmasını istedim:) bloğuma dönüş sebebim aslında bir bakıma deli anne ve onun neden blog yazmalıyız ile ilgili blog yazısı.  Aslına bakarsanız, adımdan da anlaşılacağı üzere ben oynarım;) konuşurum yani bol bol. Yazma kısmım eksiktir biraz. Buna rağmen içimde hep bir yazma isteği. Şimdi böyle yazınca da yeni yetme yazarlar gibi oldum. Halbuki benim kocam yazar, şöyle bir ders alsam diyorum ondan:)) her neyse bloğa dönmeye çalışıyorum sonuç olarak. Öylesine, kendi çapımda:) bakalım bu kez istikrarlı davranıp yazabilecek miyim? Şimdi okuduğum kitabın da etkisinde kalarak (zorba) hayda bree!!!!